Şiddet




Mümkün olduğunca nazikçe anlatmaya çalışacağım. Aslında oldukça sinirli ve kızgınım. Kızgınlığım, fırsat bulduğunda önüne gelen her masum ve savunmasız canlıya şiddet uygulayan psikopatlardan ziyade, o görüntüleri paylaşanlaradır.

Gün geçmiyor ki karşıma şiddet içeren bir görüntü çıkmasın. Çocuklara yapılan şiddet, hayvanlara yapılan şiddet, parçalanmış bedenler, çığlık atan çaresizler. Ben bu saçma sapan ve insan bir şey katmaktan ziyade moralini bozan görüntüleri görmemek için bir çok sayfadan ayrıldım zaten. Ama önünde sonunda ne kadar vicdanlı olduğunu ispatlamaya çalışan biri çıkıp bu görüntüleri yayınlıyor.

Sosyal medyada paylaşılan şiddet görüntülerine sonra geleceğim. Ama öncelikle ana akım medyada yayınlanan şiddet görüntülerinden bahsetmekte fayda var. En çok da ana haber bültenlerinde yayınlanan şiddet içerikli haberler ve görüntülerin bir çoğu maalesef ki haber niteliği bile taşımaz. Sansasyonel olduğu için, takipçilerin duygularına hitap ettiği için, geniş izleyici kitlesi bulduğu için yayınlanır. Bu tarz haberler diğer haberlerin arasına serpiştirilir ki böylece izleyicinin duyguları hareketlendirilir, dikkati uyanık tutulur. Kanal değiştirmesi engellenir. Medya reytingini bu yöntemle korumaya çalışır.

Reytingi artırmak için şiddetin tüm detayları izleyicilere abartılarak sunulur. Mesela “kediyi öldürdü “ demek yerine “götüne kızgın demir sokup ağzından çıkardı” şeklinde bir dil kullanılır. Bir cinayet veya tecavüz sahnesi, suça meyilli insanlara “siz de bu şekilde yapabilirsiniz” dercesine anlatılır, canlandırma bile yapılır. Şiddet haberlerinde öne çıkarılması gereken şey şiddetin sebeplerini detaylandırmak ve bu şiddetin tekrarlanmaması içi çözümler sunmak olduğu halde bunların yerine şiddetin kendisi öne çıkarılır ve şiddet paylaşılır. Hatta hatırlarsanız “ölürken çok acı çektiniz mi?” diye soran son derece popüler bir (lafta) habercimiz bile vardı. Gerçi şimdikiler çok daha kötü ya neyse.

Şiddet haberlerinin asıl cazibesi, yüksek dozda duygularımıza hitap etmesinden kaynaklanmaktadır. Sonuçta çok etkilenmişizdir ve başkaları da etkilensin isteriz. Aslında iyi niyetliyizdir, amacımız herkesi haberdar etmek, duyarlılığa davet etmektir. Ama bunu yaparken hem kendi zihnimize hem de başkalarının zihinlerine zarar verdiğimizin farkına varmıyoruz.

Daha önceki yazımda da bahsetmiş olduğum üzere http://iyilestirici.blogspot.com.tr/p/saglksz-dusunceler.html her maddenin ve olayın kendine özgü bir frekansı, yani titreşim sayısı vardır. Şiddet içerikli görüntüler sizin doğal sağlıklı frekansınızı düşürür ve hasta eder. Ve bütün hastalıklar önce beyinde başlar. Bir bilgi olarak gelir ve bitecekse de beyinde biter. Bir dalganın belli bir zaman birimi (genellikle saniye) içerisinde tekrarlanma sıklığına, yani bir saniye içindeki döngü sayısına “frekans” denir. “Hertz” birimiyle ölçülür. Her şey titreşmektedir. Bu nedenle her şeyin bir frekansı, yani titreşim sayısı vardır. İnsan bedenindeki her hücrenin kendine göre bir doğal frekansı vardır. Aynı şekilde, her hastalığın, her bakterinin , her virüsün de doğal frekansı vardır. Her hücreyi kendi doğal frekansına döndürmek, bedeni sağlığa kavuşturur. Bedenin frekansıyla çatışan, onu bloke eden dalga boyları ise hastalığa hatta ölüme neden olabilir. Yalnız maddî/fiziksel şeylerin değil, duyguların, düşüncelerin, isteklerin, ilişkilerin, filmlerin, kitapların, dokümanların, toplumsal konuların ve bireysel bilincimizin de frekansı vardır.

Amerikalı Bilim Adamı Dr. David Hawkins , ( 1927-2012) frekanslar , frekansların bilinç düzeylerinde etkisi , ilişkisi üzerine binlerce araştırma yapmış ve ortaya Hawkins bilinç haritası denen Tabloyu çıkarmıştır. Yaptığı deneylerde , yüksek frekanslı duygu ve düşüncelerin ; düşük frekanslı olanlardan daha güçlü ve etkili olduğunu . En yüksek frekansa ulaşmış bir bilincin düşük frekanslı 70 milyon bilinci dengelediğini klinik olarak kanıtlamış ve Power vs. Force - An Anato my of Consciousness ( Güç Kuvvete Karşı – Bilincin Anatomisi ) Kitabında detaylı olarak anlatmış.

Yapılan araştırmalardan kritik seviyenin 200-cesaret olduğu, ölçümü 200 un altında çıkan duyguların düşüncelerin, durumların kişiyi ve çevresini zayıflattığı , yorduğu, aşağıya çektiğini ortaya çıkartmış.

Bir başka ilginç bulguysa , yüksek bilinç frekanslarının şaşırtıcı sayıda düşük frekansı dengelediği yönünde . Bireylerden herhangi birinin bilinç frekansı yükseldiğinde , çok sayıda düşük frekanslı bilinci etkileyip dengeleme imkanı olması .

Tablo şöyle :

300 seviyesindeki bir kişi 200’ün altındaki 90.000 kişiyi,

400 seviyesindeki bir kişi 200’ün altındaki 400.000 kişiyi,

500 seviyesindeki bir kişi 200’ün altındaki 750.000kişiyi,

600 seviyesindeki bir kişi 200’ün altındaki 10 milyon kişiyi,

700 seviyesindeki bir kişi ise 200’ün altındaki 70 milyon kişiyi dengelediği görülmüş.


Bu örnekleri neden veriyorum? Çünkü şiddet içerikli görüntülere baktığınızda frekansınız düşer. 100 hz ve daha aşağılara iner. Hâlbuki olması gereken önce kendinizi ve sonra da çevrenizi daha olumlu duygu ve düşüncelere sevk etmektir. Ama bunu şiddeti yayarak yapamazsınız. Tam tersine daha da kötü sonuçlara sebep olursunuz. Eleştiri amacıyla yayınladığınız her şiddet olayı sizinle birlikte o görüntülere maruz kalmış herkesi de hasta eder. Eğer şiddeti eleştirecekseniz bunu şiddeti paylaşarak ve yayarak ve bir de üzerine küfür ederek yapamazsınız.

Tamam, kabul, şiddeti paylaşan sizler kötü değilsiniz. Peki, bu şiddet uygulayan insanlar neden kötü diye düşündünüz mü? Yani bunlar kişiliği bozuk diye mi kötü acaba? Bence kolektif kötülük kişisel özelliklere indirgenerek anlaşılamaz. Kötü insanların, bireysel kimliklerinin ve özelliklerinin çok da belirleyici olmadığı, tam tersine en fazla yaşanan psikolojik durumun bireysellikten uzaklaşmak olduğu bilinmelidir. Şiddetin en önemli belirleyicilerinden biri “ulvi bir amaca hizmet etme duygusu” olabilir. Bir diğeri de otoritedir. Sonuçta sırtınızı sizden daha büyük bir güce dayadığınızda kendiniz adına yapmaya cesaret edemeyeceğiniz şeyleri yaparsınız (İnsanların tanrı adına yaptıkları da bu zafiyetten kaynaklanır) Çünkü sorumlu olan otoritedir. Aynı zamanda bu otorite her zaman haklıdır ve karşı gelinmez. Karşı gelebilenler sorgulayan insanlardır ibreyi sonuna kadar çevirmeyen insanlardır. Bu yüzden otorite her zaman güçlüdür ve karşı gelmeden boyun eğilmesi gerekir.

Terörizmin hızla artması, günümüzün en büyük sorunlarından biri. 2015 yılı Küresel Terörizm Endeksine göre terörle bağlantılı olarak ölen insan sayısı 2000’de 3.329 iken 2014 yılında 32.685 olarak kaydedilmiş. Yani 21. yüzyılın başından beri yaklaşık 10 kat artmış. Bu ölümlerin sayısı, sadece 2013-2014 yılları arasında yüzde 80 oranında artmış. Bu yükseliş, bir bütün olarak toplum tarafından olduğu kadar sosyal psikologlar tarafından da acilen yanıtlanması gereken bir dizi soruyu gündeme getiriyor: Radikal gruplar insanlara karşı nasıl bu kadar zalim olabiliyorlar? Barbarca uyguladıkları şiddet, dünyanın her yerinden genç insanlara neden çekici geliyor? Bu grupların üyeleri nasıl insanlar ve masum canları hedef alırken ne düşünüyorlar? Tam bu noktada Milgram deneyini araştırmanızı öneririm. Stanley Milgram’ın “otoriteye itaat” araştırması, çalışmaya gönüllü olarak katılan kişilerin, ölümcül olduğuna inandıkları elektrik şoklarını, beyaz önlüklü bir araştırmacının istediği şekilde, başka insanlara vermeye istekli olduğunu göstermişti. Philip Zimbardo’nun ünlü (ancak pek iyi anılmayan) Stanford Hapishanesi Deneyi de kendilerine gardiyan rolü verilen üniversite öğrencilerinin mahkûm rolündeki öğrencilere kötü ve küçük düşürücü şekilde davranabildiklerini ortaya çıkarmıştı.

İnsanları yozlaştırıp metaya dönüştürmek için kullanılan yöntemlerden biri ve en etkilisi medyadır. Medyada çıkan tüm haberler, toplum için tartışılmaz doğru niteliğindedir. Çünkü medyanın halk üzerinde belli bir otoritesi vardır. Bu otorite medyanın, hukuka bağlı olduğu kanısından gelir. Toplum yasalara bağlı olarak işleyen hiç bir kurumu veya otoriteyi sorgulamaz. Gerçi istese de bunu yapamaz çünkü, yasalara bağlı olarak işleyen şeylerin içeriğini kontrol etmek, denetlemek veya sorgulamak amacıyla yapılan girişimler, başka yasalar aracılığı ile engellenmektedir. İnsanlara sunulan tek şey karşı konulamaz bir kabul ediştir. Demokrasi tamamen bir aldatmacadır.

Seçilmişler arasından öngörüleni seçmeye zorlanmayı, demokrasi olarak tanımlarlar. Herkese eşit haklar ve ayrıcalıkların tanınması durumu. Haklar ve ayrıcalıkların satılık olduğu bir dünyada eşitlikten söz edemezsiniz.

Bir akşam ana haber bülteninde bir fotoğraf eşliğinde, adamın veya kadının birini toplum ahlakına ters düşen bir davranıştan dolayı suçlu olduğu söylense. Ertesi gün o adamı veya kadını görenler, gördükleri yerde linç edecektir. Medya herkes ve her şey hakkında bu potansiyeli oluşturabilecek güçtedir. Yanlış anlaşılmaması için belirtmekte fayda var, medyanın kontrolü her zaman basın mensuplarında değildir. Bazen tamamen medya kontrolü iktidar sahiplerindedir. Eğer ülkeye otokrasi hakim olursa, tarafsız basın mensupları tutuklanır veya görevlerinden uzaklaştırılırlar. Bu durum tarihte sıkça yaşanmıştır. Şu anekdotu okumanızda fayda var. https://www.facebook.com/notes/haka...

Medyanın görevleri, toplumda kamuoyu oluşturmak, toplumu haberdar etmek ve bilinçlendirmektir. Tabi kontrollü medya bunun tam tersine hareket eder. Toplumda tek bir düşüncenin oluşumuna izin verir ve sadece o düşünceyi destekler nitelikte haberleri, görüşleri sergiler. Böylelikle kamuoyunun tek bir yönde gelişmesine olanak tanır. Haber verme durumunu ise iktidar sahipleri bir stratejiye dönüştürmüşlerdir. Belli zamanlarda ortaya çıkacak krizleri önlemek için çeşitli haberleri toplum huzuruna sunarken başka şeyleri kamufle ederler. Sunulan haberlerde amaç size o bilgiyi vermek değil, sizin dikkatinizi o yöne çekerek, gündemi meşgul etmektir. Bu strateji iktidar sahiplerine daha rahat hareket edebildikleri bir ortamı sunar. Bilinçlendirme görevi ise insanlara yanlış bilgileri, doğru bilgi olarak vermektir. Böylelikle insanlar enformasyon ile dolarlar ama bu bilgilerin içi boş olduğu için hiç bir insan gerçekte bilgili değildir. Sadece bildiğini sanmaktadır. Bildiğini sanan insanlar ise gerçek bilgiyi ve doğruyu arama eğilimine girmezler. Zaten onlara gösterilen ve öğretilen sadece yalanlar olduğu için, gerçekliği algılama yetileri körelmiştir. Bilimsel doğrunun ve analitik düşüncenin belli bir formülü vardır. İnsana analitik düşünebilme yetisi yerine söylenen her şeyi doğru kabul etme durumu aşılanırsa, o insan hayatı boyunca hiç bir şeyi bilemez duruma gelir. Bu cehaletten çok öte bir durumdur. Bu inançtır.

Bilmenin adı değiştirilmiştir ve ‘bilme eylemi’ yok edilmiştir. Artık sadece gösterilenlere, iddialara inanmak ve inanmamak vardır. İnsanoğlu ona karşı bağırılarak ve tekrar tekrar edilerek söylenen yalanlara inanmamayı başarsa bile onlardan etkilenir. Çünkü yalanların oluşturacağı potansiyel kaçınılmazdır. Sosyal medyada da aynı şekilde haberler yer alabilir. Ya da sırf dikkat çekme amacıyla hazırlanmış olabilir. Ve siz bu şiddeti paylaşırken kötülerin ekmeğine yağ sürmüş olursunuz.

Elbette ki bu kaos ortamında çiçek böcek paylaşarak gerçekleri görmezden gelin demiyorum. Ama bilinçli, eleştirel düşünebilen, duygularına kapılmadan aklını kullanarak hareket eden ve sürü psikolojisiyle hareket etmeyen bireyler olabilirsek eğer, sorunun büyük bir kısmını da çözmüş oluruz diye düşünüyorum.

Şiddetsiz günler dileğiyle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder