7 Aralık 2017 Perşembe

Organ bagisi


Bu makaleyi organ bağışı konusunda insanların eksik bilgilendirilip, doğru kararlar verebilme haklarının ellerinden alındığı gerçeği ile, bilinçli kararlar verebilmek adına yayınlıyorum. Ele aldığım bu konunun bağış YAPMAMAYA teşvik amaçlı olmadığının altını çiziyorum. Bu makaledeki gerçekleri okuyanlar, sonrasında verecekleri kararlarından benim şahsımı sorumlu tutamazlar. Bu prosedürlerin gerçekliğini yayınlamak kabahat değil, gerekli kurumların yanıltıcı ve eksik bilgilerle, toplumu bilinçsiz kararlara sürüklemesi kabahattir. Araştırmalarıma dönüp baktığımda, burada yazdıklarımın gerçeklerin en nazik versiyonu olduğunun kanısına vardım.

İlk olarak burada yazılanları inkar edecek Doktor ya da nakil Cerrahlarına hiç tıbbi tartışmalara girmeden şu basit soruları sorarım:

İnkar ettikleri şeylerin aksini ispatlayabilirler mi?

Organ vericiye ağrılarının olup olmadığını yada neler hissettiklerini sorabilirler mi?

Ameliyat sonrasında bağışçıya “ nasılsın? “ sorusunu sorabilirler mi?

Ben “ öldükten sonra ” organlarımı bağışlarım. Peki yaşarken mi bağışlıyorum ölüyken mi?!

Başkan Council (ABD) , Bioethics toplantısı 12.2008′ de yaptığı açıklama:

“ Beyin ölümü bilimin kabul gördüğü mutlak ölüm ile eşit değildir.”

Organların ölü bedenden alındığını düşünenler maalesef yanılıyor. Medyalar aracılığı ile üstü kapatılarak toplumumuza etik diye aşılanan büyük bir yanılgıdan başka bir şey değil. Tıp literatüründen başlayarak, ilgilenen herkes çok net bir şekilde araştırıp gerçekleri öğrenebilir. Beyin ölümünün tıpda ölüm saati olarak kayıtlara geçmesi, organ nakli ve yoğun bakım hastalarının elenmesinden başka hiç bir faydası yoktur.

Bağışçının organlarının sağlıklı bir şekilde alınması için bedenin canlı olması gerekir. Aksi takdirde alınacak olan organlar ölür ve nakil için kullanılmaz hale gelir. Bir takım bilimcilerin her sıra dışı durumda yaptıkları gibi, bu konuda da mantıklı bir açıklama yapmaya çalışmalarını ben komik buluyorum. Bazı Doktorlar beyin ölümüne rağmen vücut fonksiyonlarının devam etmesini şöyle açıklıyor: Vücut fonksiyonlarının çalışmasını sağlayan beyinin salgıladığı bir takım hormonlardır. Beyin öldükten sonra vücut da hala rezerve (bir nevi yedek hormonlar) olarak bulunup, fonksiyonların bir süre çalışmasını devam ettiren hormonlar vardır. Bazı Doktorlar ise kalbin beyinden bağımsız çalışmasını sağlayan ayrı bir mekanizması var diye açıklıyor. Kalp beyin den bağımsız olsa da, rezerve hormonlar bulunsa da işleyişi hala devam eden bir bedene nasıl ölü denilir? Ölüden eseri olmayan, kalbi makinelerden bağımsız atan, uyuyor gibi görünen, bedeni sıcak olan, ten rengi yaşıyorum diye bağıran bir beden?

Beyin ölümü teşhisi konulan vakaların nefes fonksiyonu tıbbı yardımlarla sabit tutuluyor. Fakat nabız ve kalp atışları devam eder ve duyup hissetmek mümkündür. Terleyebilirler, kızarabilirler, sindirim sistemi çalışır, kabız yada ishal olabilirler, erkeklerin cinsel organlarında ereksiyon oluşabilir, metabolizma hala aktif olarak çalışabilir, enfeksiyona karşı vücut aktif direnebilir hatta ateşlenebilir ve kadınlar çocuk dünyaya getirebilir. 1992 de beyin ölümüne rağmen bir kadının karnındaki bebeğin 5 hafta boyunca büyümeye devam edip dünyaya geldiği kanıtlanmıştır.

http://de.wikipedia.org/wiki/Erlanger_Baby

Aşağıdaki linkte izleyeceğiniz video da, 2 Beyin ölümü vakasının hareketlerini ve ağrılara karşı verdikleri tepkiyi gözlemleyebilirsiniz. Bahsettiğim bölümü görmek için videoyu 04.00. dakikadan 10.00. dakika ya kadar izlemelisiniz. Göreceğiniz her iki vakada beyin ölümü teşhisi konulan hastalardır. Bu konuda farklı istatistikler mevcut. Almanya'nın Nakil vakfına göre (Deutsche Stiftung für Organtransplantation) bu hareketler beyin ölümü vakalarının 75 %’inde görülmektedir.

http://www.untot.info/210-0-WIE-TOT-IST-HIRNTOT.html

Bu tür ufak tetkikler de bile gözle görülür bir şekilde acı hissettiğini ifade eden savunmasız hastaların, gırtlaktan göbek altına da kadar bedenlerinin kesilip, organlarının tek tek alındığını düşünün?!

Refleksten ziyade hastanın ağrılara bire bir kollarıyla tepki verdiğini görüyoruz. Videoda yapılan testler, çoğunlukla makinelerle beyin ölümü teşhisi konulduktan sonra, son testler olarak yapılır. Görülen bu hareket yada tepkiler, Doktorlar göre beyin ölümü teşhisi ve organ alımı için bir engel değildir. Kısacası tıbbi açıdan normal bir durum!

Beyin ölümü teşhisinden sonra, yasalar organ eksplantasyonu ameliyatlarına izin veriyor. Ancak “ beyin ölümü ” organ alımı ve nakli için yasallaştırılmış bir terimdir. Tamamen modern tıbbın ilgi alanlarının doğrultusunda tanımlanmış bir ifadedir. Binlerce yıldır bilimin ve insanların savunduğu, kalbin durmasıyla mutlak ölümün gerçekliği, 1968 ‘ den sonra yeni bir hal aldı. 1967 de ilk kalp naklini Dr. Christiaan Neethling Barnard gerçekleştirdi. 1968 de sayısının 100′ e yaklaştığı nakil ameliyatlarının Cerrahları, mahkeme karşısında cinayetten yargılandılar. Bunun üzerine Harward Tıp Fakültesinde Ad Hoc Komitesi kurularak, önceden bakıma muhtaç hastalar olarak tanımlanan beyin ölümü vak'alarının organlarına yasal engeller olmadan ulaşmak amacıyla, beyin ölümü hastaları – ceset olarak tanımlandı. Ad Hoc Komitesinin Başkanlarından biri işkence araştırmacısı ve Nazi dönemlerinde insan deneyleri üzerinde Dachau da Başhekim olarak görev yapan Profesör Henry Beecher idi. Toplumumuzda sadece 46 yıldır kabul görülen beyin ölümü Ad Hoc Komitesi sayesinde yasallaştırıldı. Peki binlerce yılların gerçeğini nereye saklayacaklar?

Yaşamak için nasıl bir bütünlüğe ihtiyaç duyuyorsak ölmek de ancak bütünlüğü ile gerçekleşebilir. Ölüm bölünemez bir bütündür ve ölümü beyin ölümü vs. diyerek parçalara bölemeyiz. Modern tıp ölümü, bir amaç için beyin ölümü diye parçalara böldü. Derinlemesine düşünüldüğünde ve araştırıldığında, insan zekasına ne kadar aykırı büyük aldatmaca olduğu ortaya çıkıyor.

Almanyanın önde gelen beyin araştırmacılarından Profesör Dr. Gerhard Roth’un 1997/06/12 tarihli Almanya Gazetesi Süddeutsche Zeitung’a yaptığı açıklama:

“ Nakli hukuken mümkün kılmak için, yaşayan bir organizma bir ceset olarak ilan edildi. Fakat bu bilimsel olarak savunulamaz ve isteyen herkes fizyoloji – bilimi kitaplarından okuyabilir. “

Organ bağışı prosedüründe acı çeker miyim?

Makalem bitmek üzereyken, Almanyanın en saygın hastanelerinden birinde transplantasyon – eksplantasyon ameliyatları gerçekleştiren, mesleğinde son derece başarılı fakat isminin açıklanmasını istemeyen bir kalp cerrahi ile görüştüm. Aslında tesadüf eseri gerçekleşen ve makaleme ekleme gereği duyduğum telefon görüşmesinden bir alıntı paylaşmak istiyorum sizlerle:

Ben: Beyin ölümü gerçekleşmiş bir hastanın kalp fonksiyonları çalışmaya devam eder mi?

Cerrah: Tabii ki. Vücut fonksiyonlarının çalışması şart, aksi takdirde organlarını alamayız.

Ben: Eksplantasyon ameliyatları yapıyor musunuz?

Cerrah: Evet yapıyorum.

Ben: Sizce beyin ölümü mutlak ölüm mü dür?

Cerrah: Tabii ki.

Ben: Sizce beyini ölmüş, kalbi durmuş toprağa verilmek üzere olan bir insanın acı hissetmesi mümkün mü?

Cerrah biraz bozulup alay ettiğimi düşünerek “ tabii ki hayır “ diye cevapladı.

Ben: Peki beyin ölümü gerçekleşmiş bir vakanın eksplantasyon ameliyatı esnasında acı çekip çekmediğinin garantisini verebilir misiniz?

Cerrah: Maalesef, veremem.

Ben: Peki o halde beyin ölümü nasıl mutlak ölümdür sizce?

Cerrah biraz düşünerek şöyle cevapladı: Bu konuda tıp henüz yeterli araştırma yapmadı….

Ben: Peki yeterli araştırma yapılmadığına dayanarak sizce tıp beyin ölümünün nasıl mutlak ölüm olduğunu iddia edebilir????

Bu konuda tıbbi çelişkilerin olduğunu inkar etmeyen Cerrah, görüştüğüm diğer yüzeysel Doktorlara nazaran sorularıma son derece dürüst ve net cevap verdi.

Organ eksplantasyonu esnasında hastaların tepki gösterdiği, terlediği, kızardığı, bacak yada kolların kalkması, kalp frekanslarının artması çok sık görülmektedir. Bu yüzden bazı ameliyatlarda, eksplantasyona başlarken kollar ve bacaklar bağlanır. Ameliyat esnasında hastaların verdiği bazı tepkileri, Doktorlar omurilikten kaynaklanan refleks olarak adlandırır. Peki refleks de bedensel bir tepki değil midir? Beyini ölmüş bir insan nasıl tepki verebilir ki? Doktorların iddia ettiği gibi, beyin ölümüyle beyin fonksiyonları geri dönülmez olarak iflas etmişse, bedenin bir bitki den farkı yoksa neden narkoz vermek ya da elleri kolları bağlamak gibi tedbirler alınır? Bütün bedenin hareket ve tepkilerini beyin yönetmiyor mu?

Ameliyat esnasında sözde ölü bir bedene kol bacak bağlanarak mı tedbir alınır? Bu durumda beyin ölümü gerçekleşen bir vakanın, kol ve bacaklarının bağlanmasını gerektirecek kadar büyük bir refleks / tepki verme olasılığı söz konusu değil midir? Demek ki Doktorların ciddi bir tereddüdü olmalı bu konuda!

Peki Doktorlara hiç “ organ bağışlar mısınız? “ diye sordunuz mu?, Özellikle nakil cerrahlarına? Ya da evladınızın organlarını bağışlar mısınız diye sordunuz mu? Bir Doktorun hiç organ bağışladığını duydunuz mu? Ben duymadım.

Beyin ölümü teşhisi konulan bir hastaya organ eksplantasyon ameliyatı esnasında, acı çekip çekmediğinden hiç bir Doktor emin olamaz ve asla ispatlayamaz! Bir takım Doktorlar bile kimseye bu konuda kesin bir cevap veremiyor. Aksine eksplantasyon ameliyatı esnasında hastaların tepki verdiğine dair ispatlar var. 23.05.2012 tarihindeki Berlin Gazetesinde, istatistiklere göre beyin ölümü vakalarının ameliyat esnasında % 25 ‘ inde hareketlerin tespit edildiği yazıyor. Özellikle eksplantasyon ameliyatında, hastanın ölüme yaklaştığı son anlarında, hareketlerin güçlendiği ve tansiyonun fırladığı gözlemlenmiştir.

İnanmıyor musunuz? Araştırın!

Beyini sözde ölmüş bir insanın beeeelki bir ihtimal bir iki refleks olasılığı yüzünden, eller kollar bağlanmaz! Ağır narkoz ve kas gevşetici maddeleri verilmez! Bunu benim mantığım maalesef kabul etmiyor.

Bu sebeple bir çok ülkede organ alımı esnasında hastaya narkoz verilmesi şart kılınmıştır. Mesela İsviçre de organ eksplantasyonu esnasında narkoz uygulanması şarttır. Hastalara 5 Fentanyl (sentetik bir opioid ve morfin den 100 kat daha güçlü olan bir ağrı kesici) verilerek eksplantasyona başlanır. Almanyanın nakil kurumu, halkın kafasın da soru işareti uyandırmamak adına henüz böyle bir karar uygulamadı. Organ bağışı üzerinde piskolojik araştirmalar yapan Pisikolog Roberto Rotondo nun Hamburg da 11. Mayıs 2011 de gerçekleştirdiği Kongre de, eksplantasyon ameliyatları esnasında bazı Doktorların şart olmamasına rağmen, vicdanen rahat olabilmek adına, yine de hastalara Narkoz uyguladığını belirtiyor.

Birkaç Doktorun enteresan açıklamaları:

İngiliz Anestezi Uzmanı Doktor Peter Young Almanyanın Doktorlar Gazetesinde (Aerztezeitung Tarih 31.08.2000) şöyle bir açıklama yapmış:

“ Eksplantasyon ameliyatı esnasında bir hastanın acı çekmesi mümkündür.“

Doktor Young‘ un bu açıklamasını birçok uzman Doktor onayladı.

Dr. Philip Keep (Anestezi Uzmanı Norfolk & Norvich Hospital) diyor ki:

“Yaptığım onca organ eksplantasyon ameliyatlarında hastaların organları alınırken, tepki verdiklerine şahit oldum. Bir Doktor olarak organ alımı esnasında görülen bu tepkilerin, hastaların acı hissetmesi ile ilgili olmadığının garantisini vermem mümkün değil.“

9 Ağustos 2000 Guardian gazetesinde yine Dr. Philip Keep şöyle beyan etmiş:

“Beyin ölümü gerçekleşmiş kişinin organlarını alırken bıçağı vurduğunuzda nabız ve kan basıncı fırlar. Eğer hastaya anestezi vermezseniz hasta kımıldamaya başlar, kıvranır ve ameliyat etmek imkansız bir hal alır”.

Nakil ve Tıp Profesörü Dr. Rudolf Pichlmayer:

“Halka organ bağışı konusunda gerçekleri anlatsak, birt ane bile organ alamayız!

Bu yüzden organ bağışı ile ilgili verilen genel bilgiler tek taraflı ve yanıltıcı olmalı.”

Kaynak:

http://www.j-lorber.de/tod/sterben/organspende.htm#Hirntote%20Patienten%20k%F6nnen%20bei%20der%20Organentnahme%20Schmerzen%20empfinden

Prof. Dr. Şahin Aksoy Şanlıurfa Tabip Odası Başkanının Media magazinin deki makalesinden birkaç önemli açıklama:

“ Beyin ölümünün mutlak ölüm olduğunu savunan yazarlarının en temel savlarından birisi, beyinin bedendeki “en üst düzenleyici” olduğu, onun geri dönüşümsüz olarak hasarlanması ile yaşamın da sona ermiş olacağıdır. Oysa en az beyin kadar, kalp, karaciğer, böbrek ve diğer organlarda bedensel bütünlüğün ve hayatiyetin devamı için şarttır. Bunlardan her hangi birisinin “ölmesi” de diğer bütün organların iflası, dolayısı ile canlının hayatının sona ermesine yol açar. “

“ Beyin ölümü tanısı konulan hastalardan alınan organlar, esasında halâ canlı olan, kalbi atan, yardımla bile olsa nefes alıp-veren, kan dolaşımı devam eden, insan sıcaklığını taşıyan, hatta belki de ağrı duyan insanlardan alınmaktadır. “

“ Mevcut pek çok bilimsel veri ile beyin ölümünün mutlak ölüm olmadığı son derece açıktır. Aslında beyin ölümü sadece, böbrek yetmezliği veya karaciğerin iflası gibi bir prognoz göstergesidir. “

“ Beyin ölümü kavramının organ nakillerine ‘malzeme’ sağlama ile yoğun bakımdaki belli hastaları ‘sessiz gemi’ye vakitsizce bindirme dışında hiçbir pratik faydası bulunmamaktadır.”

Kaynak:

http://www.medimagazin.com.tr/authors/sahin-aksoy/tr-20-yuzyilin-en-buyuk-yanilgilarindan-biri-beyin-olumu-72-60-953.html

Bu konuda çok aydınlatıcı bir kitap önerim : (Kemal Özer – Organ nakli hakkında gizlenen gerçekler).

Organ eksplantasyonun da ölüm anı

Organ alımı için uzun bir prosedür olan gerçek ölüm prosedürü doktorlar tarafından durduruluyor. Beyini ölmüş fakat bedeni canlı bir insanın gerçek ölümü ameliyat esnasında gerçekleşiyor. Çoktan ölmesi gereken bir insan ise, bağış için makinelerle zorla hayat da tutuluyor ve mutlak ölümü erteleniyor.

Organ eksplantasyonu esnasında, ölüme sebebiyet veren an organların bedenden çıkarıldığı andır. Kısacası canınızı inandığınız Tanrı değil, Doktorlar alıyor.

Ruhumuz bedenden çıkmadan parçalara bölünüyoruz, ölüm anımızın ihtiyaç duyduğu huzur bozuluyor ve ölüm anına gösterilmesi gereken saygı korkunç bir biçimde zedeleniyor. Bedenin çalışmasını sağlayan ruhunuzdur ve kalbinizdir, biyolojik fonksiyonlar ruhunuzdan sonra ikinci planda gelir. Sizi bütünleyen kalbinize bağlı olan ruhunuzdur ve bedeninizdeki zerre kadar bir hücre bile çalıştığı sürece, ruh bedenden çıkmamıştır. Kalp durduğu anda mutlak ölüm gerçekleşmeye başlar ve ruhunuz bedeninizden çıkar.

Bir çok Doktor her şeyi bedenin biyolojik mekanizmasına bağlar, insanın ruhsal boyutu onları ilgilendirmez. Aşık olmanın bile sadece beyinin salgıladığı dopamin, serotonin ve neurotrophin hormonlarından kaynaklandığını iddia eden Bilimkoliklerden başka ne beklenir ki? Onlar bir çiçeği izlerken renklerindeki pikselleri sayarlar, ruhuna bağlı bir insan o çiçeği koklar ve renginin güzelliğinde kaybolur.

Beyin ölümü teşhisinin doğrulu

Bir takım istatistiklere göre beyin ölümü teşhisinde ciddi derecede yanılmalar vardır. Beyin ölümü ile koma halinde yatan hastaların ayırt edilmesi tıpta oldukça zordur ve en büyük yanılgılar / yanlış teşhisler bu durumlarda oluşur. Beyin ölümü teşhisinden sonra tekrar uyananları, hatta tamamen ölü denilenlerin tekrar uyandığını hepimiz görmüş yada duymuşuzdur. Eksplantasyon ameliyatı esnasında uyanan vakalar nadir de olsa görülmüştür. En son ABD ‘ de aşırı dozdan yoğun bakıma kaldırılan bir kadına beyin ölümü teşhisi konulduktan sonra eksplantasyon ameliyatı için hazırlıklar yapıldı. Ameliyathane de Doktorlar eksplantasyona başlamak üzereyken kadının uyandığı tespit edildi ve hastane 17.000 dolar para cezası ödemek zorunda kaldı. Bu arada bedeni uyuşturucu ile zehirlenmiş bir insandan başka hastalara nakil edilmek amacıyla organ alınması ayrı bir skandal!

http://www.focus.de/panorama/welt/skandaloese-fehler-in-us-klinik-fuer-tot-erklaerte-frau-erwacht-bei-organentnahme_aid_1039950.html

Nöroloji uzmanı Dr. Hermann Deutschmann, Almanyanın nakil vakfının hazırlık bölümünün başkanlığını yaptığı dönemde, beyin ölümü teşhisi üzerinde 5 yıllık bir araştırma gerçekleştirdi. 230 beyin ölümü teşhisi konulan hastaların %30 ‘unda teşhislerin yanlış konulduğu ortaya çıktı.

Kaynak: Report München 04/03/2014

Hekimler beyin ölümünü beyin, beyincik ve beyin sapının irreversible (geri dönüşsüz) olarak işlevliğinin kayıbı olarak tanımlıyor.

Peki beyin ölümünden sonra insan geri dönüşsüz olarak ölmüş müdür? Kardiyoloji uzmanı Dr. Paolo Bavastro ya göre, beyin ölümü hilekar bir aldatmacadır, beyin ölümü teşhisi koyulan insanlar ağır hasta yada ölmek üzere olan hastalardır, asla ölü olarak adlandırılamazlar.

Beyin ölümü hala bilimsel olarak tıpta müthiş derecede tartışılan bir konu. Bu konu ile ilgili bilimsel anlamda ciddi çelişkiler mevcut. İnsan beyni sırlarla doludur ve hiç bir bilim adamı yada Doktor bugüne kadar beyinin %100 nasıl işlediğini çözememiştir. Bunu ilk etap da beyin ölümü teşhisine rağmen, uyanıp normal bir hayat yaşayabilen insanlardan görebiliriz. Dr. Bavastro gibi beyin ölümü aslen yoktur diyen bir çok Nörologlar ve Doktorlar var.

Nakil ameliyatları yapmayan ve beyin ölümünü kabul etmeyen Doktorlar var.

Bu çelişkilerin hangisi doğru?

Birçoğunuzun bildiği gibi beynimizin sadece %10 nunu kullanıyoruz. Dolayısı ile %100 işlevliği çözülememiş insan beyninin %100 ölümünden nasıl emin olunabilir? Bilinç boyutumuz çözülmemiş bir sır dır ve bir sınırı yoktur. Ve bilincimizin sınırını çelişkilerle dolu olan tıp sektörü belirleyemez.

Gerçek ölüm beyin ölümü değildir. Hiçbir şekilde beyin ölümü teşhisinden sonra hala acı ya da hislerimizin olmadığından emin olamayız. Her şeyin mekanik fonksiyonlara bağlı olduğunu düşünüp, defalarca yanılan ve beyin ölümüne rağmen uyanan vakaları hayretler içerisinde izleyen Doktorlar bile! Bazı dinlerde organ bağışı boşuna haram kılınmadı. Birçok ülkede ölüler emin olmak için 3 gün boşuna bekletilmiyor. Büyük dünya dinlerinin beyin ölümünü kabul etmeyişinin arkasında güçlü bir mantık yatıyor. Çünkü bedendeki kalp ve tansiyon gibi fonksiyonlar devam ettikçe, ruh bedenden çıkmamıştır. Bu fonksiyonlar yapay bir şekilde sağlansa bile.

Mesela kalbi durmuş, beyni ölmüş yani tamamen ölmüş bir bedeni, 1 gün sonra makinelerle dahi tekrar çalıştırmak mümkün değildir. Çünkü ölüm tamamlanmış, kalp durmuş ve ruh beden çıkmıştır. Beyin ölümüyle makinelere bağlı olarak fonksiyonlarımız sabit tutuluyorsa, kalp durmamıştır ve ruh bedenden çıkmamıştır demektir. Ve ruh bedenden çıkmadığı sürece, kalp çalıştığı sürece her şeyi algılamak mümkündür. Tıp ruhsal boyutla ilgilenmez!

Beyin ölümünün teşhisi

Beyin ölümünün teşhisi çok zordur tıpta. Birçok ülkede beyin ölümünün tanısını ancak 10 yıl beyin ölümü dalında tecrübesi olan uzman Doktorlar koyabilir. Birbirinden bağımsız farklı Doktorlar tarafından, farklı zamanlarda zorlu testler uygulanır. Mekanik testler dışında, teşhisin konulması için gırtlağı bir nesne ile uyarmak, buzlu suyu kulağa dökmek, göz bebeğine bir nesne ile temas etmek, nefes fonksiyonunu durdurarak refleksi ölçmek, hastanın kafasını hızla sola çevirerek göz bebeğindeki tepkiyi ölçmek, hassas olan tırnak etlerinin içine sivri bir nesneyi batırarak ağrı tepkisini ölçmek gibi son derece kompleks tetkikler yapılır. Bu noktada beyin fonksiyonlarının ne kadar sırlar ve asla emin olamayacağımız bilinmezlerle dolu olduğunu anlamalıyız ve evladımızın organlarını bağışlama kararını tekrar gözden geçirmeliyiz.

Beyin ölümünün teşhisi için her ülkenin kanunen uygun gördüğü kriterleri vardır. Almanya'ya göre beyin, beyincik ve beyin sapının irreversible olarak işlevliğini kaybetmesi organ bağışı için yeterli bir kriterdir fakat İngiltere'de sadece beyin sapının ölmesi beyin ölümü teşhisi için yeterlidir ve bu kriterler ülkeden ülkeye göre değişebiliyor! Peki ölümün kaç biçimi kaç kılıfı vardır??? Bir insanın ölümü nasıl derecelere bölünüp ülkeden ülkeye değişebilir? Neden bilim bu konuda bir çatı altında toplanamıyor?

Organ bağışının ticari boyutu

Geçmiş tarihlerde etik görülmeyen korkunç organ eksplantasyonu prosedürü, yapay organ üretilene kadar geçici bir çözüm olarak görüldü ve uygulandı. Dolayısı ile uzay gemilerinin üretildiği ve insanların klonlanabildiği günümüzün teknolojisinde, çoktan yapay organ teknolojisi başarılı bir şekilde geliştirilip uygulanmıştır. Ancak kimsenin işine yaramayan ve bedava olan bir “ ceset “ ecza ve tıp sektörü için daha kazançlıdır. Bir organın fiyatını düşünün ve ölmek üzere olan bir bedenden elde edilecek kazancı düşünün! Milyonlar değerinde! Organ bağışı hayat kurtarır adı altında insanlara tanıtılan bu korkunç olayların perde arkasında çirkin bir ticaret dönüyor.

Şuanda ABD ‘ de bir cesedin değeri 250.000 dolardan başlıyor. Bir bebek cesedi iki katına kadar çıkabiliyor araştırmalarıma göre. Bütün organları bağışlamak demek, aklınıza gelen her şey demek; ana organların yanında göz, cilt, doku, kemikler….. Bazı ülkelerde organ doku ve kemikler kozmetik sektörüne satılabilir yada bilimsel araştırmalar için kullanılabilir. Bütün organlarımı bağışlıyorum deyince, neyi imzaladığınızı iyice inceleyin.

Tıp ve ecza sektörü organ nakli yapılan insanları “ organ bağışı sayesinde hayata tutunan “ insanlar olarak değil “ altın yumurtlayan tavuk “ olarak değerlendirir!

Çünkü organ nakli ile yaşayan hastalar, nakil ameliyatından sonra ortalama 10 ile 15 yıl ecza sektörünün son derece pahalı olan ilaçlarına bağımlı olarak yaşıyorlar.

Tıp sektörü insanlara organ bağışı konusundan başka hiç bir konu ile ilgili bu kadar baskı yapmıyor, medyalar aracılığı ile bu kadar reklam yapmıyor. Kanser, AİDS, Diabetik vs. gibi hastalıklardan insanları korumak adına neden bu kadar inisiyatif ya da özveri gösterilmiyor? Kanser, AİDS gibi hastalıklar da ölüme neden olan hastalıklar değilmidir? Bu konularda da aynı inisiyatifler gösterilmesi, hayatlarların kurtarılmasına yol açmazmı? Fakat neden gösterilsin? Organ bağışını topluma aşılamak için harcanan reklam araçlarının getirisi, Kanser yada AİDS gibi hastalıkların getirisi kadar kazançlı olmayacaktır. Çünkü organ bağışı masrafsız elde edilen mükemmel bir kazanç kaynağıdır. Öyle ki insan oğlunun var oluşundan bu yana, kabul görülen mutlak ölümü, beyin ölümüne çevirecek kadar büyük bir gelir kaynağı.

Organ bağışı konusuna harcanan masraf ve enerji, organ yetmezliğine sebep olan hastalıkların araştırılması için harcansa, soruna değil de çözüme odaklanılsa, hepimiz için daha verimli olmaz mı?

Organ naklinin arkasında büyük bir gelir kaynağı olmasaydı, organ mafyaları var olurmuydu? Kanser mafyası neden yok?

Tıp çoktan bir ticarete dönüşmüştür. Ecza sektörünün geliri bugün petrol ve savaşlardan elde edilen akıl almaz gelirler kadar büyüktür ve burada ki ticari doyumsuzluk asla bitmeyecek gibi.

Beyin ölümü riski ile yoğum bakıma gelen özellikle genç insanlara, nakil kurumuna bağlı olup, tıp ahlakı olmayan Doktorlar anında sakatat görmüş kedi gibi bakarlar. Arka planda organ bağışı için planlar ve hazırlıklar başlar. Organ bağışı için ne kadar verimli bir aday olduğunu ölçmek amacıyla tetkikler yapılır. Hasta yakınları bunların genel tetkik olduğunu düşünürler. Zaten yoğun bakımda, arka planda aktif olup vakaların dosyalarını düzenli olarak inceleyen nakil kurumundan görevliler çağrılır. Henüz beyin ölümü bile gerçekleşmeyen hastanın yakınlarına organ bağışı için teklif de bulunurlar. Bu tür durumlarda Doktorlar tarafından, hastanın aleyhine çok hızlı ve yanlış kararların verildiğine dair binlerce vakayı araştırabilirsiniz. Çocuğunuz öldü ama başkalarına hayat verebilir gibi çiçeklerle süslenmiş cümlelerle organ bağışına teşvik ediliyoruz. Bunu yaşayanlar bilir!

Akabinde beyin ölümü henüz gerçekleşmeyen ve belki de iyileşme potansiyeli olan hastanın yakınları, bilinçsiz bir şekilde onay verir. Kimi Doktor ya da hastaneler, beyin ölümünü beklerler ya da gerçekleşmesi için beyin ölümünü hızlandırabilirler. Kısacası hastanın iyileşmesi için artık çaba sarf etmemeleri bile mümkün. Hastanın iyileşmesine değil, vakanın bir an önce beyin ölümünün gerçekleşmesine odaklanabilirler.

Aynı zamanda beyin ölümü riski ile makinelere bağlı olarak yatan hastaların, zamanı ilerledikçe enfeksiyon ve organ yetmezliği riski de artar. Yine tıp ahlakı olmayan bazı Doktorların içi içini yer ve hastanın yoğun bakımda yattığı her gün maddi zarar olarak değerlendirilir. Çünkü her biri son derece değerli olan organlar yavaş yavaş kullanılmaz hale gelebilir. Birçok ülkede Doktorların organ nakli üzerinden prim aldıklarını araştırabilirsiniz.

Nakil kurumuna bağlı bazı Doktorlar, “ Organ bağışı için hasta yakınları ile nasıl bir üslupla temasa geçilir, nasıl bağış için teşvik edilir “ gibi konuları ele alan, ikna kabiliyetini güçlendirme amaçlı kurs ve seminerlere katılırlar.

Hastane koridorunda hastanın yakınlarına “ çocuğunuz için fazla umut yok ya da ölecek “ gibi soğukkanlı açıklamaların hemen akabinde organ bağışından bahseden Doktorların bana denk gelmemesini diliyorum. Çünkü birçok hastanın acı haberinin hemen ardından ısrarla bu konu üzerinde duran Doktorlar, organ bekleyen diğer hastaların iyilik meleği olduğu için ısrar etmiyorlar! Siz hiç hastane koridorunda sizi hiç tanımayan bir doktorun olası hastalıklar ile ilgili sizin iyiliğinizi düşünerek, inisiyatif göstererek size yaklaşımda bulunduğunu gördünüz mü? Organ bağışına gelince doktorlar birden bire kısıtlı olan zamanlarını bize adarlar, iyilik perisi gibi “ inisiyatif “ gösterirler fakat bağışı reddettiğimiz zaman o doktoru görmek mümkün mü? Bir an önce makineleri kapatmaya çalışıp az önce sıcak kanlı, öz verili ve inisiyatif gösteren doktor birden eski soğukkanlı haline geri döner. Yazdıklarım doktorlar için bir genelleme gibi algılansa da, sadece bu konu ile ilgili araştırdığım ailelerde o kadar çok paralel durumlar yaşanmış ki, yaşanmışlıklar “ şu doktorlar böyle davranmadı gerçekten samimi idi “ diyecek lüksü bırakmıyor. Herkes tecrübelerinin doğrultusunda yaşanmışlıkları anlatır, bunlarda benim tecrübelerim.

Organ bağışı olmasa nakil bekleyen hastalara ne olacak? Organ bağışı etik midir? Organ nakli şifa verir mi?

Organ bağışında bulunmayanlar suçlular değillerdir. Suçlular bu durumda insanların bütünlüğüne saygı göstermeyip, insanları yedek parça deposu haline getirmeye çalışan tıp ve ecza sektörüdür. Bahsettiğim gibi, masrafsız bedenlerden elde edilen organlar sayesinde, üretimi pahalı olan yapay organ teknolojisi geliştirilmemektedir, hastalara sunulmamaktadır. Bundan ziyade giderek artan organ yetmezliği vakalarının hastalık sebeplerini de düşünmek gerekir.

Teknoloji ve tıp akıl almaz bir hızla ilerliyor fakat aynı zamanda her yıl hastalıklar da artıyor ve her yıl daha önce hiç duymadığımız yeni hastalıklar çıkıyor? Bunların sebebi nedir??? Bu hastalıklar nerden çıkıyor???

Hastalıklar olmazsa ecza sektörü de var olamaz benim fikrimce. Komplo teorisyenleri olarak adlandırılan önemli şahısların, ecza ve tıp sektörünün hastalık yarattığına dair teorileri doğru olabilir mi?

Organ naklinin bir takım hastalıkları iyileştirebileceğini doğrudur fakat parayı veren düdüğü çalar dünyasında yaşıyoruz. İnsanın iyi niyetle bağışlayıp korkunç şartlar altında alınan organları, bir çok nakil kurumu tarafından adil dağıtılmayıp, elit ve zengin insanlara öncelikli olarak verilebiliyor.

Öncelikle "organ bağışı hayat verir " başlığı altında bizlere tanıtılan bilginin tartışılır ve yanıltıcı olduğu gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Organ nakli şifa vermez. Son derece riskli olan nakil ameliyatı başarılı geçerse ve bağışıklık sistemi yeni organı dışlamaz ise, ancak mevcut bir hastalığın derecesini iyileştirebilir veya ölüm riskini sadece erteleyebilir. Organ nakli ile yaşayan bir hasta asla %100 eski sağlığına geri dönemez. Bir insanın kendi organının yerini asla başka bir bedenden alınan bir organ veremez.

Organ bekleyen bir hastaya uygun organın bulunması ile her şeyin toz pembe bir masala dönüşeceği aşılanır insanlara. Fakat durum çoğu zaman toz pembe masallarla sonuçlanmıyor. Organ nakli ameliyatının risklerini, bağışıklık sisteminin yeni organı kabul etmeme ve dışlama riskinin büyük olmasını, ameliyat sonrasında bağışıklık sistemini minimuma indirmek için kullanılan ilaçlardan ötürü enfeksiyon riskinin ne kadar büyük olduğunu, hastanın nakil sonrasında nasıl bir yaşam kalitesine sahip olup ne kadarlık bir ömrünün olduğunu, cilt kanseri gibi farklı hastalıkların risklerinin çoğalması, ebediyen ağır ilaçlara bağımlı olarak yaşaması gerektiğini düşündüğümüzde, her şeyin toz pembe olmadığını görüyoruz.

İnsana ait olan bütünlük, vücuttaki en küçük hücreyide kapsıyor. Yabancı organ ile alıcının bedenindeki işlevin doğası, yüksek dozlarda verilen kortison ile hileli bir şekilde aldatılmaya mağruz kalıyor. Ve sonuçları kaçınılmazdır. Bu sayede diğer sağlıklı organlarda zarar görebiliyor ve diğer organların yetmezliği oluşabiliyor. İnsanın kendi bedenine ait olmayan yabancı bir organ, ebediyen dışlanmaya meyilli bir mücadele olarak algılanacaktır alıcının bedeni tarafından. Alıcı, yabancı organın dışlanmasını önlemek için, bağışıklık sistemini neredeyse sıfıra indiren ağır ilaçlar kullanmalıdır. Bu ilaçlar sayesinde vücudun savunma sistemi sıfıra indirildiği için mantar, virüs, bakteri ve diğer enfeksyonlar bedende özgür bir şekilde çoğalabilir ve hasta sürekli ağır hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalabilir, zaman zaman alıcının ölümüne de neden olabilir. Neticede yeni organı ile büyük umutlarla hayata tutunmaya çalışan alıcının, sağlık gidişatı hüsranla sonuçlanabilir. İstatistiklere bakıldığında böyle vakaların sayısının ne yazık ki çok olduğunu görebiliyoruz.

Bazı hastalar içlerinde ölmüş olan bir bedene ait bir parçanın varlığının bilinciyle yaşamak zorundalar. Birçok hasta bunu kaldırmıyor ve psikolojik anlamda ciddi sorunlarla karşı karşıya kalıyorlar. Organ nakli ile yaşayanların psikolojileri ile ilgilenen Psikologlar, alıcının organ bağışçı ile ebediyen bir bağlantı içerisinde kalabildiğini, alıcılar kadın ve verici erkek ise kadınların erkekleşme korkusu ve erkeklerin de kadınlaşma korkusu yaşayabildiğini, organ bağışçının karakter gibi özelliklerinin alıcıya yansıyabildiğini, alıcının ölen bağışçıya karşı sürekli bir suçluluk duygusu içerisinde olabileceği, depresyon ve halusinasyon gibi ciddi pskolojik rahatsızlıklara maruz kalabileceklerini belirtiyorlar.

Etik olmayan ve korkunç şartlar altında canlı bir bedenden koparılan organlar nakil için ne kadar sağlıklıdır?
Ticareti yapılıyor mu? 
Adil bir şekilde dağıtılıyor mu? 
Hastalar için ne kadar verimlidir? 
Hastalara sadece yaşam hakkını değilde kaliteli yaşam hakkını da sunuyor mu? Bu soruların doğru cevabı nasıl bulabiliriz?

Kurum ve medyalar tarafından sürekli “ yeterli organ bağışı olmadığı için hastalar ölüyor “ diye insanlarda suçluluk duygusu uyandırılıyor. İnsanlar vicdanen kendisini sorgulamaya başlıyor. Fakat hiç bir insan kendisini eksplantasyonun korkunç prosedürlerine teslim edip, kendi bedenine ait organlarının çıkarılmasını istemiyor diye suçlanamaz! Huzur içerisinde ölme hakkımız yargılanamaz eleştirilemez! Bu konuda düşüncelerimizin ne kadar yanlış manipule edildiğini en iyi şekilde tespit edebiliriz. Olayların her iki tarafına baktığımızda organ verici de mağdurdur, organ alıcı da mağdurdur ve suçlu bağışlamayan insan değildir.

Bizler kurum ve medyalar tarafından sadece organ bekleyen hastaların dramına yönlendirildik. Organ bağışçısının dramına, yada bağışçının ailesinin dramları, tecrübeleri ve akabindeki kabusları arka planda tutuldu.

Evladının ya da yakınının organ bağışını onaylayıp sonrasında acı gerçeklerle karşılaşan ve bir yıkım yaşayıp vicdanen kahrolan, geceleri kabuslar gören ailelerin hikayelerini kolayca araştırıp bulabilirsiniz. Trafik kazasında kaybettiği oğlunun organlarını bağışlayan bir Anne, Doktorlar tarafından yanlış bilgilerle ve saygısız tutumlarla, iyileşme potansiyelinin olduğuna inandığı oğlunun organlarının bağışlanması için ne kadar baskı altına alındığını ve yaşadığı haksızlıkları paylaşıyor. Baskı altında ve bilinçsiz bir şekilde bağışı onaylayan Anne eksplantasyon sonrasında oğlunu görmek istiyor ve gördüklerini şöyle anlatıyor:

“ Yüzünde huzurlu bir ifade vardı, sanki uyuyordu. Eksplantasyon ameliyatından sonra oğlumu ısrarla tekrar görmek istedim. Yüzünde ki ifade korkunçtu, dudakları sanki acıdan gerilmiş ve eğilmişti, huzurdan eser kalmamıştı. İçi tamamen boşaltılmış ve parçalara bölünmüş boş bir araba sergilediler bana. Sadece böbrek alınmasını onaylamama rağmen gözlerini, bütün organlarını ve leğen kemiklerini de almışlardı “.

Aşağıdaki linkden izleyebilirsiniz (almanca).

http://www.youtube.com/watch?v=WGsKsoG-6Go

http://www.initiative-kao.de/kao-themen-angehoerigensicht.html

Toplum olarak korkularımızla ölüm konusunda o kadar manipule edilmişiz ki, kendimizi organ alıcı olarak görebiliyoruz fakat organ verici olarak göremiyoruz. Bir başka bedene ait olan ve ancak bir insanın ölmesi ile sahip olabileceğimiz bir organa kabullenebilmemiz, etik olmayan olayların medyalar tarafından normalleştirilmesinden ve beynimize sürekli aşılanan ölüm korkusundan kaynaklanıyor. Kendimiz yaşayabilelim diye bir insanın ölümüne razı olabiliyoruz. Anormaller normalleştirilmiş, ne yazık ki toplumumuz böyle yönlendiriliyor.

Bağışçı olmanın “ avantajlarını “ yeterince duyduk, gördük, öğrendik, bir de dezavantajlarını ele almak gerekiyor.

Bu noktada organ bağışına evet mi ? Hayır mı? Bu tartışılır fakat organ bağışı konusunda doğru kararları verebilmek için, bu konunun tamamını araştırıp bilinçli kararlar vermemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Organ bağışından hiç bahsetmeyerek hayata veda etmek üzere olan bir insanın adına, organ bağışı yönünde ailesi tarafından verilen kararlara kesinlikle karşıyım. Çünkü o insan artık karar verebilecek durumda değil ve “ bağışçı olmaya hazır mısın? “ sorusu sorulamaz.

Son söz

Bizler sadece medyalardan yada bize söylenenlerden ibaret değiliz. Bizlerden saklanıp arka planda tutulan nice gerçekler var. Meraklı, bilinçli ve düşüncelerinin medyalar tarafından yönetilmesine izin vermeyip başına buyruk düşünebilen insanlar, bir olayın diğer yönüne de bakar araştırır. Klişe insanlar inanılması istenilen şeylere inanır ve koyun olarak kalır.

Konuların geneli araştırılabilir kaynaklara dayanıyor, gereken kaynakları mümkün olduğu kadar belirtmeye çalıştım. Birçok konuyu da kendi düşünce ve tecrübelerim doğrultusunda yorumladım. Ne yazık ki Türk medyalarında bu konular ile ilgili türkçe dilinde bilgiler çok az sayıda mevcut. Genellikle tek taraflı bilgiler bulunuyor. İngilizce ve Almanca dilinde sınırsız bilgilere erişmek mümkündür.

Makalemi okuyan doktor arkadaşlarım benden nefret etmesinler. Yazdıklarım doktorlar ve Hastanelerle ilgili bir genelleme değildir. Sonuçta ahlakını yitirmeyip, kapitalizmin gözlerini köreltmediği dürüst doktorlar olmasaydı, bizler bu bilgilere asla ulaşamazdık. Ahlaklı, vicdanlı, eli öpülesi doktorlardır, çoktan bir ticarete dönüşen bu sektörün bizi ticari bir amaç olarak kullanmasını engelleyen. Bizi bir vaka yada malzeme olarak değil, hasta ve şifasını arayan bir insan olarak gören, biz anlatırken sigortamıza, dosyamıza değil gözlerimize bakan. Ecza sektörüne yönelik eğitimlerine rağmen gerçekten inisiyatif gösterip şifamızı veren. Bundan emin olmalıyız ki bu Doktorlar olmasaydı bizler çoktan bir deney tahtası olmuştuk. Tanrı ahlaklı, vicdanlı Doktorları başımızdan eksik etmesin.

Melly Mell

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder