26 Ekim 2017 Perşembe

Bugday

Akademisyenler bir zamanlar, Tarım Devrimi’nin insanlık için ileriye doğru atılmış büyük bir adım olduğunu iddia ettiler. İnsan zekasıyla gerçekleşen bir ilerleme hikayesi anlattılar. Buna göre evrim kademeli olarak giderek daha zeki insanlar yarattı. Sonuçta insanlar o kadar akıllı hâle geldiler ki, doğanın gizemlerini çözdüler ve bu sayede koyunları evcilleştirip buğdayı ekebildiler. Ve çok kısa bir süre sonra da, bir şekilde acımasız, tehlikeli ve savaşçı avcı toplayıcı yaşamlarını memnuniyetle bırakıp, hoş ve dingin çiftçi yaşamına geçtiler.
Bu hikaye tamamen fantastiktir. İnsanların zamanla daha zeki olduklarına dair hiçbir kanıt yoktur. Avcı toplayıcılar doğanın sırlarını Tanm Devrimi’nden çok önce de biliyorlardı, çünkü hayatta kalmaları topladıkları bitkiler ve avladıkları hayvanlar hakkında çok detaylı bilgi sahibi olmalarına bağlıydı. Tarım Devrimi yeni ve kolay bir yaşam biçimi sağlamaktan ziyade, çiftçilere genellikle avcı toplayıcılarmkinden daha zor ve daha az tatmin edici bir yaşam oluşturdu. Avcı toplayıcılar zamanlarının daha büyük bölümünü, çeşitli ve insanı zihinsel olarak uyaran faaliyetlerle geçiriyorlardı, ayrıca açlık ve hastalıkla boğuşma ihtimalleri de daha düşüktü. Tarım Devrimi insanlığın elindeki toplam gıda miktarını kesin olarak artırdı ancak daha iyi bir beslenme veya daha çok keyifli zaman yaratmadı. Daha ziyade nüfus patlamasına yol açarak şımarık seçkinler yarattı.

Ortalama çiftçi ortalama avcı toplayıcıdan daha fazla çalışarak karşılığında daha kötü besinlere sahip oldu. Tarım Devrimi tarihin en büyük aldatmacasıdır. Bunun sorumlusu kimdi? Krallar da değil, rahipler ya da tüccarlar da. Suçlular buğday, pirinç ve patatesin de aralarında bulunduğu bir avuç bitki türüydü. Homo sapiens bu bitkileri evcilleştireceğine, bunun tam tersi gerçekleşti. Tanm Devrimi’ni bir de buğdayın gözünden değerlendirelim. 10 bin yıl önce buğday sadece Ortadoğu’nun bazı bölgelerine sıkışmış yabani bir ottu. Birden bire birkaç bin yıl içinde tüm dünyada yetişmeye başladı. En temel evrimsel hayatta kalma ve üreme kriterlerine göre dünya tarihindeki en başarılı bitkilerden biri oldu. 10 bin yıldır tek bir buğday başağının yetişmediği Kuzey Amerika’nın büyük ovaları gibi bölgelerde, bugün yüzlerce kilometrelik buğday tarlalarında yürüyebilir ve başka hiçbir bitkiyle karşılaşmazsınız. Dünya çapında buğday 2,25 milyon kilometrekarelik bir alan kaplamaktadır, Britanya’nın neredeyse on katı. Bu kadar önemsiz bir ot, nasıl her yerde bulunan bir bitki hâline geldi?

Buğday, bunu Homo sapiens’i kendi ihtiyacı doğrultusunda yönlendirerek yaptı. Bu maymun türü 10 bin yıl öncesine kadar normal bir avcı toplayıcı yaşamı sürüyordu, ama bu tarihten itibaren buğday yetiştirmek için giderek daha fazla efor sarf etti. Birkaç bin yıl içinde dünyanın dört bir tarafındaki insanlar şafaktan gün batımına kadar buğdayla ilgilenmek dışında hemen hiçbir şey yapmaz olmuştu. Bu kolay bir iş değildi. Buğday çok emek isteyen bir bitkidir, kayalık ve çakıllı arazileri sevmez, bu sebeple Sapiens tarlaları temizlemek için beli çatlayana kadar çalıştı. Buğday kendi alanını, suyunu ve besin kaynaklarını da diğer bitkilerle paylaşmayı sevmez bu yüzden erkekler ve kadınlar kavurucu güneş altında uzun saatler çalışarak ot yolarlardı. Buğday hastalık da kapabilirdi, bu yüzden Sapiens küf ve kurtlara karşı da tetikteydi. Buna ek olarak, buğday kendisini yemek isteyen diğer organizmalara karşı savunmasız olduğundan çiftçiler çekirge sürülerine ve tavşanlara karşı önlem alarak bitkiyi korumaya çalıştılar, çok su istediği için kaynaklardan ve derelerden su taşıdılar, hatta tezek toplayarak yetiştiği toprağı beslemek zorunda kaldılar.

Homo sapiens’in vücudu bu tür işler için evrimleşmemişti. Geyiklerin arkasından koşmaya, elma ağaçlarına tırmanmaya uygundu, kaya toplamaya veya su kovası taşımaya değil. İnsanlar bunun bedelini omurga, diz, boyun ve bel ağrılarıyla ödediler. Eski iskeletler incelendiğinde tarıma geçişin insanlara bel fıtığı, eklemlerde kireçlenme ve diğer fıtıklar olarak geri döndüğü görülmektedir. Dahası, bu yeni tarımsal işler o kadar çok zaman almaktaydı ki, insanlar buğday tarlalarının yakınına kalıcı yerleşimler kurmak zorunda kaldılar. Bu onların yaşamını tamamen değiştirmişti. Biz buğdayı evcilleştirmedik, buğday bizi evcilleştirdi. Evcilleştirmek (domestikasyon) Latincedeki domus (ev) kelimesinden türemiştir. Evde yaşayan ise buğday değil, Sapiens’tir. Nasıl oldu da, buğday Homo sapiens’i pek de fena olmayan bir yaşamı,sefalet içinde bir yaşamla değiştirmeye ikna edebildi? Bunun karşılığında ne sunuyordu? Daha iyi beslenme sunmadığı kesindi. Unutmayın, insanlar geniş çaplı besin kaynakları yiyerek gelişen, her şeyi yiyen canlılardır. Tarım Devrimi’nden önce tahıllar insan beslenmesinin yalnızca küçük bir bölümünü oluşturuyordu. Tahıllara dayalı bir beslenme biçimi mineral ve vitamin yönünden zayıf, sindirimi zor, ayrıca diş ve dişetlerine zararlıdır.

Buğday insanlara ekonomik bir güvenlik de sağlamadı. Köylünün yaşamı avcı toplayıcınınkinden daha güvensizdir. Avcı toplayıcılar hayatta kalmak için onlarca besin tüketirdi ve bu sayede de, zor geçen yıllarda yiyecek depolamamış olsalar bile, hayatta kalabiliyorlardı. Türlerden biri azaldığında diğerlerini toplayıp avlayabiliyorlardı. Çiftçi toplumları çok yakın bir zamana kadar kalori alımlarının çok büyük bir bölümünü az sayıdaki evcilleştirilmiş bitkiden sağladılar, hatta çoğu bölgede buğday, patates veya pirinç gibi tek bir bitkiyle beslendiler. Eğer yağmurlar yetersiz kalır veya çekirge sürüleri ve mantarlar bu bitkileri nasıl ele geçireceklerini keşfederse, binlerce hatta milyonlarca köylü ölebilirdi. Buğday insanlardan gelen şiddete karşı da güvence sunan bir şey değildi. İlk çiftçiler, en az avcı toplayıcı ataları kadar, hatta muhtemelen onlardan da vahşilerdi. Çiftçilerin hem daha fazla eşyası hem de tohum ekmek için toprağa ihtiyaçları vardı. Komşu kabilelerin tarım alanlarına saldırıları, karın tokluğuyla açlık arasındaki farkı belirleyebilirdi, bu yüzden de uzlaşmaya yer yoktu. Avcı toplayıcı bir grup, başka bir grup tarafından baskıya maruz kaldığında genellikle kendisini kurtarabiliyordu. Zor ve tehlikeliydi, ama mümkündü. Güçlü bir düşman bir tarım köyünü tehdit ettiğinde ise, geri çekilmek tarlaları, evleri ve gıda depolarını bırakıp gitmek anlamına gelirdi. Çoğu durumda, kaçanlar açlıkla baş başa kalırdı. Bu yüzden çiftçiler oldukları yerde kalıp güçleri yettiği kadar savaşmayı seçerlerdi. Pek çok arkeolojik ve antropolojik araştırma göstermektedir ki, köy ve kabileden öte bir siyasi yapısı olmayan basit tarım toplumlarında bile şiddetin sebep olduğu ölümler, tüm ölümlerin yüzde 15’ine, erkek ölümlerininse yüzde 25’ine kadar çıkabilmektedir. Aynı dönemde, Yeni Gine’de tarımla uğraşan Dani kabilesinden şiddet kaynaklı ölüm oranı erkeklerde yüzde 30’a, Enga’da ise yüzde 35’e ulaşmaktadır. Ekvador’da yetişkin Waoranilerin belki de yüzde 50’si başka bir yetişkinin elinden ölmektedir.29 Zamanla daha büyük şehirler, krallıklar ve devletler gibi daha geniş toplumsal yapıların ortaya çıkmasıyla şiddet kontrol altına alındı. Ancak bu denli büyük ve etkili yapıların oluşturulması binlerce yıl aldı. Köy yaşamı ilk çiftçilere elbette bazı avantajlar da sağlamıştı. Örneğin vahşi hayvanlara, yağmura ve soğuğa karşı daha iyi korunuyorlardı.

Yine de ortalama insan için dezavantajlar muhtemelen avantajlardan daha büyüktü. Bu durum günümüzün müreffeh toplumlarında yaşayan bireyler için kolay anlaşılır değildir. Güvenlik ve refah içinde olduğumuzdan ve bu güvenlik ve refah Tarım Devrimi’nin temelini attığı sistem sayesinde sağlandığından, Tarım Devrimi’nin harika bir gelişme olduğunu varsayıyoruz. Fakat binlerce yıllık tarihi bugünün perspektifinden değerlendirmek hatalı bir yaklaşımdır. MS 1. yüzyılda, Çin’de babasının ekinleri büyümediği için gıda yetmezliğinden ölen üç yaşındaki kız çocuğu bundan çok daha gerçekçi bir resim sunar. Bu kız eğer kendisine sorulabilseydi, “gıda yetmezliğinden ölüyorum ama iki bin yıl içinde insanların bolca yiyeceği olacak, büyük ve klimalı evlerde yaşayacaklar, bu yüzden benimki mantıklı bir fedakarlık,” der miydi? O hâlde buğday çiftçilere ve bu arada yetersiz beslenen Çinli kıza ne verdi? İnsanlara, birey olarak hiçbir şey vermedi. Öte yandan bir tür olarak Homo sapierıs’e çok önemli bir katkı yaptı. Buğday yetiştirmek, insanlara toprak miktarına oranla çok daha fazla gıda üretme şansı verdi,

ve bu da Homo sapiens’in katlanarak çoğalmasını sağladı. MÖ 13.000 civarında insanlar yaban bitkilerini toplayarak ve yabani hayvanları avlayarak yaşarken, Filistin’deki Jericho vahasının etrafındaki bölge, iyi beslenmiş ve görece sağlıklı en fazla yüz insanı besleyebiliyordu. MÖ 8500’lerde ise yaban bitkileri yerini buğday tarlalarına bırakmıştı ve aynı vaha sıkış tıkış, hastalık ve gıda yetmezliğinden muzdarip bin insanın olduğu bir köye ev sahipliği yapıyordu. Evrimin geçer akçesi ne açlık ne de acı çekmektir, sadece DNA sarmallarının kopyalanmasıdır. Nasıl bir şirketin başarısı çalışanlarının mutluluğuyla değil de banka hesabındaki liralarla ölçülüyorsa, bir türün evrimsel başarısı da DNA kopyalarının sayısıyla ölçülür. Ortalıkta DNA kopyası kalmazsa tür yok olur, tıpkı parası kalmayan bir şirketin iflas etmesi gibi. Eğer bir tür çok sayıda DNA kopyasma sahipse bu bir başarıdır ve tür gelişir. Bu perspektiften bakılırsa bin kopya her zaman yüz kopyadan daha iyidir. İşte bu Tarım Devrimi’nin özüdür: daha çok sayıda insanı daha kötü koşullar altında da olsa hayatta tutmak.

Gerçi bireyler bu evrimsel hesabı niye dikkate alsın ki? Hangi aklı başında birey Homo sapiens cinsinin sayısı artsın diye kendi hayat standartlarını düşürür? Bunu kimse onaylamamıştı zaten: Tarım Devrimi bir tuzaktı.

Lüks Tuzağı

Tarımın yükselişi yüz yıllara ve bin yıllara yayılmış ağır ilerleyen aşamalı bir gelişmeydi. Mantar ve yemiş toplayan, tavşan ve geyik avlayan bir Homo sapiens grubu, birden kalıcı bir yerleşime geçerek tarla sürmek, buğday ekmek ve nehirden su taşımak gibi işlere geçmedi. Bu değişim çeşitli aşamalarla oldu ve her aşama günlük hayatta küçük bir değişim anlamına geliyordu. Homo sapiens Ortadoğu’ya aşağı yukarı 70 bin yıl önce geldi. Bunu takip eden 50 bin yıl boyunca atalarımız tarım olmadan yaşamlarını sürdürdüler. Bölgenin doğal kaynaklan insan nüfusunu beslemeye yetecek kadar çoktu. Bolluk dönemlerinde insanların daha fazla çocuğu oldu, kıtlık dönemlerindeyse daha az. İnsanlar pek çok memeli gibi üremeyi kontrol altında tutan hormonal ve genetik mekanizmalara sahiptir. Bolluk zamanlannda kadınlar ergenliğe daha erken ulaşır ve hamile kalma ihtimalleri biraz daha yüksektir. Kıtlıkta ise ergenlik geç olur ve doğurganlık düşer.

Bu doğal nüfus kontrolü yöntemlerine kültürel mekanizmalar da katkı yapar. Göçebe avcı toplayıcılar için, ağır hareket eden ve çok özen isteyen bebekler ve küçük çocuklar ayak bağıdır. Bu yüzden insanlar çocuklarını üç dört yıl arayla doğurmaya çalışırlardı. Kadınlar bunu, çocuklarını geç bir yaşa kadar ve tam zamanlı emzirerek yapıyorlardı (tam zamanlı emzirme, hamile kalma ihtimalini ciddi oranda düşürür). Diğer yöntemler arasında, kısmi olarak cinsel ilişkiden uzak durma (belki kültürel tabularla da destekleniyordu) ve zaman zaman da çocuk katli vardı. Bu uzun bin yıllar boyunca insanlar zaman zaman buğday yediler ama bu beslenmelerinin önemsiz bir parçasıydı. Yaklaşık 18 bin yıl önce, son buzul çağı yerini küresel ısınma dönemine bıraktı ve sıcaklıklar artarken yağmur oranı azaldı. Yeni iklim, Ortadoğu buğdayı ve diğer tahıllar için idealdi ve bunlar da çoğalarak yayıldı; sonuç olarak insanlar daha çok buğday yemeye başladılar ve farkında olmadan bitkinin yayılmasına destek oldular. Yabani tohumları elemeden, öğütmeden ve pişirmeden yemek mümkün olmadığından, bu tohumlan toplayan insanlar öncelikle bunlan işlemek amacıyla geçici kamplarına götürürlerdi. Buğday tohumları küçük ve çok sayıda olduğundan, bazıları kampa getirilirken yerlere düşerdi. Zaman içinde insanların yürüyüş yolları üzerinde ve kamplarının etrafında giderek daha çok buğday büyümeye başladı. İnsanlann sık çalılıklan ve ormanları yakması da buğdaya yaradı. Ateş, ağaçları ve çalıları temizleyerek buğday ve diğer otların günışığını, suyu ve diğer besinleri tek başlarına sömürmesine yardımcı oldu. Buğdayın çok bol bulunduğu yerlerde av hayvanlarıyla diğer besin kaynakları da bol olduğundan, insanlar kademeli olarak göçebe yaşam biçimini bırakıp mevsimsel hatta bazen kalıcı kamplara yerleştiler.

İlk başta, muhtemelen sadece hasat zamanı birkaç haftalığına yerleşiyorlardı. Bir nesil sonra buğdaylar çoğalıp yayıldığında, hasat zamanı beş, altı haftaya uzuyor, nihayetinde kamp normal yerleşik bir köye dönüşüyordu. Bu tür yerleşim birimlerinin varlığına dair kanıtlar tüm Ortadoğu’da, özellikle de Natuf kültürünün MÖ 12.500’le 9500 yılları arasında çok geliştiği Levant bölgesinde keşfedildi. Natuflar pek çok gıdadan beslenen avcı toplayıcılardı, ancak daimi köylerde yaşıyorlardı ve zamanlarının çoğunu yoğun tarım yaparak ve yabani tahılları işleyerek geçiriyorlardı. Taştan evler ve gıda depoları yapar, ayrıca darlık zamanları için tohum saklarlardı. Yabani buğdayı toplamak için tırpan ve öğütmek için havanı icat ettiler. MÖ 9500’ü izleyen yıllarda Natufların torunları tahıl toplamaya ve işlemeye devam ettiler, ancak bunun yanında tahılı giderek daha gelişmiş yöntemlerle yetiştirmeye başladılar. Yabani tohumlan toplarken hasadın bir kısmını gelecek yıl ekmek üzere kenara ayırmaya başladılar. Tohumları gelişigüzel serpmek yerine toprağın içine gömdüklerinde daha iyi sonuç aldıklarını keşfettiler, bu yüzden de çapalama ve sürmeyi icat ettiler. Aşamalı olarak da tarlalardaki otlan temizlemek, parazitlere karşı korumak, sulamak ve verimlileştirmek gibi yöntemleri uygulamaya başladılar. Tahıl üretimine daha fazla çaba harcadıkça diğer yaban türlerini avlamaya ve toplamaya daha az enerji harcamaya başladılar. Bu şekilde avcı toplayıcılar çiftçilere dönüştüler. Yabani buğday toplayan kadını, evcilleştirilmiş buğday yetiştiren kadından ayıran şey tek bir adımda gerçekleşmediğinden, tarım yaşamına kesin dönüşümün tam olarak ne zaman olduğunu bilemiyoruz. Yine de MÖ 8500 civarında, Ortadoğu’nun Jericho gibi kalıcı yerleşimlerle dolu olduğunu ve buralarda yaşayanların tüm zamanlannı birkaç evcilleştirilmiş türü yetiştirmekle geçirdiklerini biliyoruz.

Kalıcı yerleşimlere geçilmesi ve eldeki gıda miktarının artmasıyla nüfus da artmaya başladı. Göçebe yaşamını terk etmek, kadınlara her yıl bir çocuk sahibi olma fırsatı vermişti. Bebekler daha erken yaşta sütten kesiliyor ve yulaf lapasıyla besleniyordu. Tarlalarda çalışacak insana ihtiyaç vardı. Ancak artan nüfus kısa sürede gıda fazlasını tükettikçe daha çok tarlanın ekilmesi gerekti. İnsanlar hastalıklarla dolu yerleşimlerde yaşamaya, çocuklar anne sütünden ziyade tahılla beslenmeye başladıkça, üzerine bir de çocuklar yulaf lapasını giderek artan sayıda kardeşle paylaşmak zorunda kaldıkça, çocuk ölümleri ciddi oranda arttı. Çoğu tarım toplumunda, çocukların en az üçte biri yirmi yaşına gelmeden ölmeye başlamıştı.Buna karşılık, doğumlar yine de ölümlerden fazlaydı ve insanlar çok sayıda çocuk sahibi olmaya devam ettiler.

Zamanla, “buğday işi” giderek daha zor ve çetrefilli hâle geldi. Çocuklar kitleler hâlinde ölüyor, yetişkinler de kan ter içinde kalarak yaptıkları ekmekleri yiyordu. MÖ 8500’de yaşayan bir Jericholu aynı yerde MÖ 9500 ya da 13.000 yılında yaşayan birinden daha zor bir yaşam sürüyordu. Ancak kimse ne olup bittiğinin farkında değildi. Her nesil bir önceki gibi yaşamaya devam ediyor, sadece arada sırada bazı alanlarda küçük iyileştirmeler yapılıyordu. Çelişkili bir biçimde, yaşamı kolaylaştırmak amacıyla yapılan bir dizi “iyileştirme”, çiftçilerin boynundaki ilmeği daha da sıklaştırıyordu.

İnsanlar bu kadar hayati öneme sahip bir konuda neden yanlış hesap yapıyorlardı? Tarih boyunca neden hep yanlış hesap yaptılarsa, o yüzden. İnsanlar kararlarının tüm sonuçlarını tahmin edemezler. Ne zaman daha fazla çaba göstermeleri gerekse -örneğin tohumları toprağın yüzüne serpmek yerine toprağı çapalamak gibi- insanlar, “Evet belki daha fazla çalışacağız, ama hasadımız çok daha fazla olacak! Verimsiz geçen yıllarla ilgili endişe duymayacağız. Çocuklarımız aç yatmayacak,” diye düşünüyorlardı. Aslında mantıklıydı. Daha çok çalışırsanız daha iyi bir yaşamınız olur. Onların planı da buydu. Planın ilk kısmı iyi işledi. İnsanlar gerçekten de daha çok çalışıyordu, ama çocuk sayılarının artacağını öngöremediler. Ürettikleri fazla buğday daha çok çocuk arasında bölüştürülüyordu. Aynı şekilde, ilk insanlar çocukları daha az anne sütü ve daha fazla yulaf lapasıyla beslemenin, onların bağışıklık sistemini zayıflatacağını, kalıcı yerleşimlerin hastalıklar için harika bir üreme alanı olduğunu da anlayamadılar. Kendilerini tek bir besin türüne bağımlı kılarak aslında kuraklığın tehlikelerine daha açık hâle geleceklerini öngöremediler. Keza, ilk çiftçiler, iyi geçen dönemlerde gıda depoları yapmanın hırsızları ve düşmanları teşvik edeceğini, bunlara karşı da savunma duvarları yapmak ve nöbet tutmak gibi şeyler yapmak zorunda kalacaklarını da düşünmemişlerdi.

O hâlde neden planları tutmayınca insanlar çiftçiliği bırakmadılar?

Bunun sebebi kısmen, bu küçük değişimlerin birikerek toplumu değiştirmesinin nesiller boyunca sürmesi ve en sonunda kimsenin daha önceden insanların farklı yaşadıklarını hatırlamamasıydı. Kısmen de, nüfus artışının insanlann geri dönüş ihtimalini ortadan kaldırmasıydı. Eğer tarla sürmek bir köyün nüfusunu 100’den 110’a çıkardıysa, hangi 10 kişi diğerlerinin eski güzel yaşamına dönebilmesi için kendini feda edecekti? Geri dönüş mümkün değildi artık. İnsanlar tuzağa düşmüştü.

Daha kolay bir yaşam arayışı pek çok zorluk çıkarmıştı ve bu sonuncusu değildi. Bugün aynı durum bizim için de geçerli. Kim bilir kaç üniversite mezunu genç çok çalışıp iyi paralar kazanacaklarını düşünerek büyük firmalara giriyor ve ancak otuz beş yaşından sonra bu işlerden ayrılarak gerçek istediklerini yapmaya çalışıyor? Öte yandan, bu yaşa gelinceye dek kredi ödemeleri, okul yaşma gelen çocukları, ödemeleri gelen arabaları ve yurt dışmda tatiller veya kaliteli şaraplar olmadan yaşamın çok da anlamlı olmadığına dair geliştirdikleri anlayışları oluyor. Ne yapabilirler? Geri dönüp kök bitkilerini mi eşelesinler? Elbette öyle yapmayıp daha da büyük bir çabayla köle gibi çalışıyorlar. Tarihin en kesin yasalarından biri de şudur: Lüksler zamanla ihtiyaç hâline gelir ve yeni zorunluluklar ortaya çıkarır. İnsanlar belli bir lükse alıştıklarında bir süre sonra onu kanıksarlar. Onu yaşamlarında hep bulundururlar ve bir süre sonra onsuz yaşayamaz hale gelirler.

Kendi çağımızdan başka bir örneği ele alalım. Son birkaç on yılda hayatı daha rahatlatacağını
varsaydığımız sayısız şey icat ettik: Çamaşır makineleri, elektrikli süpürgeler, bulaşık makineleri, telefonlar, cep telefonları, bilgisayarlar, e-posta vs. Eskiden bir mektup yazıp zarfa koymak, üstüne pul yapıştırıp posta kutusuna atmak insanı epey uğraştıran bir işti, mektuba cevap almak günler veya haftalar, hatta aylar alabiliyordu. Günümüzdeyse bir dakika içinde çabucak bir e-posta yazıp dünyanın öbür ucuna gönderebiliyorum ve eğer gönderdiğim kişi çevrimiçiyse anında cevap alabiliyorum. Böylece mektup yazmanın aldığı tüm zamanı ve çabayı ortadan kaldırmış oldum, peki bugün daha rahat bir hayat mı yaşıyorum?

Maalesef cevap hayır. Klasik posta çağında insanlar yalnızca gerçekten söyleyecekleri önemli bir şey olduğunda mektup yazarlardı. Akıllarına gelen ilk şeyi yazmak yerine ne söylemek istediklerini ve bunu nasıl aktaracaklarını önceden dikkatli bir şekilde düşünürlerdi. Bunun sonucunda da, aynı şekilde düşünülmüş bir cevap almayı beklerlerdi. Zaten çoğu insan ayda birkaç mektuptan fazlasını yazmıyordu ve gelen mektuplara da hemen cevap vermek gibi bir zorunluluk duyulmuyordu. Bense bir gün içinde düzinelerce e-posta alıyorum ve bunların hepsini hızlıca cevaplandırmam gerekiyor. Bu icatları yaparken zaman kazanacağımızı düşünüyorduk, ancak aslında günlerimizi daha endişeli ve kaygılı geçirmemize sebep olacak şekilde hayatın hızını normalin on katına çıkartmış olduk.

Yuval Noah Harari - Hayvanlardan Tanrılara Sapiens

İlgili bir yazı olarak buraya bakabilirsiniz http://iyilestirici.blogspot.com.tr/2017/10/romatoid-artrit-ve-kolloidal-gumus.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder