Sağlıksız düşünceler

“Gereğinden fazla düşünmek aslında hiç olmayan bir sorunu ortaya çıkarmak demektir.”

Peki, nedir bu gereklilik sınırı, ya da hiç düşünmemek mi gerekir?

Elbette ki düşünmek gerekir. Ancak öncelikle düşünme eyleminin gerçekte ne ve nasıl bir şey olduğunu incelemek lazım.

Birçok düşüncesize göre insanları hayvanlardan ayıran özelliktir. Yani hayvanlar düşünemez. Sadece insanlar böyle yüce ve gelişmiş bir yeteneğe haizdir. Ben hayvanların da gayet güzel düşünebildikleri düşüncesiyle (kimine göre önyargıyla) hareket ederek yazacağım. Çünkü hayvanla insan arasındaki mukayese bu yazının ana konusu olan “hastalık” kavramını anlamakta faydalı olacaktır kanaatindeyim.

“Şayet düşünceleriniz size iyi bir yaşam sağlamıyorsa ve sizi hasta ediyorsa, düşünebildiğinizi iddia etmeniz düşünemediğiniz anlamına gelir.”

Çünkü övündüğünüz bir yeteneğin size bir faydası yoksa ve üstüne üstlük size ve çevrenize zarar veriyorsa buna yetenek denmez ve övünmekten ziyade vazgeçilmesi ya da düzeltilmesi gereken bir özelliktir. Tabii ki düşünme ile alakalı birçok yetenek eğitim sistemi tarafından manipüle edilmiş veya tamamen engellenmiştir. Zaten fikrimce kişisel gelişimde (kâmil insan olma yolunda) izlenmesi gereken yolun eğitim değil, öğretim olması yönündedir. Çünkü eğitim otoritenin (yöneticilerin) kölelik düzenine uygun insanlar yaratma yönünde geliştirdikleri bir sistemdir.

Eğitim zamana, mekâna, gelenek ve göreneklere ve coğrafyaya göre değişir. Dolayısıyla evrensel bakış açısına göre yanlıştır. Elbette ki hükümetler çıkarları (dikkat edin toplumun çıkarı demiyorum) doğrultusunda sürekli olarak eğitim sistemini manipüle etmektedirler. Kısacası demem o ki bizler düşünemiyoruz. Birileri bizim yerimize düşünüyor ve biz de onların düşüncelerini tekrarlayıp duruyoruz. Dolayısıyla da ne sağlıklıyız ne de mutlu ve huzurlu. Çünkü sağlık insanın kendi içinden gelir. İnsanın kendini iyileştirme potansiye bu yanlış inanışlar ve düşünceler sayesinde köreltilir, etkisiz hale getirilir. Başkalarının düşünceleri ve davranışlarını taklit ederek sağlıklı olmayız.

Buda’nın dediği gibi, “Işık kendi içinizdedir. Onu başka yerde aramayın.”

Bu durumu şu şekilde açıklayabiliriz;

Her meddenin kendine özgü bir titreşim sayısı vardır. Sağlıklı bir insanın frekansı (Titreşimi) 62 ila 70 mhz aralığındadır. Dışarıdan bir etki ile bu frekans bozulabilir. (Detaylarına girmek istemiyorum. Çünkü çok fazla faktör var) Doğamıza uygun olmayan bir düşünce şekli ile hem pratikte, hem de teoride sağlığın bozulması mümkündür.

Şimdi teoride ve pratikte nasıl olduğunu anlamaya çalışalım;

Düşünceler maddedir. Daha doğrusu aklımızdan geçenleri maddeye dönüştüren enerjidir ve farklı seviyelerde titreşim dalgaları vardır. Siz düşünmeye başladığınız andan itibaren çok küçük partiküller halinde evrene yayılırlar. Ve çarptıkları maddelere ya da canlılara bir takım etkileri olur. Şayet düşünceleriniz olumlu ise bu etkiler olumlu, düşünceleriniz olumsuz ise olumsuz etkiler bırakır. Mesela diyelim ki doktora gittiniz ve yanlışlıkla size kanser teşhisi koydu. İşte sonrasında bu moral bozukluğuyla kanser olmanız kuvvetle muhtemeldir. Ya da moralinizi yüksek tutsanız bile şu haberdeki durumu yaşamanız gayet güzel mümkündür. Kemoterapiyle zehir saçtı

Hastalığı yaratan insandır. Burada Yücel Aydemir’in yazısından bir alıntı yapmak isterim;

“Doğayı kendi haline bıraktığınız sürece, doğada hastalık diye bir kavram yoktur. Sadece yaşlanma vardır. Yaşlanma ise vücut suyunun kuruması ve kirlenmesinden başka bir şey değildir. Hastalık kurumayla gelir. Kurumayı durdurmanın yolu sadece su vermekle (içmekle) olur. Bunun aksine hareket edenler sadece kendilerini kandırarak kurumalarını hızlandırırlar. Çünkü vücuda dışarıdan alınan ve doğal olmayan her nesne, vücutta agresif bir etki yapar. Canlının dışarıdan gelen bütün uyarıcılara karşı tek bir savunma aracı vardır, o da sudur. Dışarıdan aldığımız insan doğasına ters düşen her şeye karşı, vücut sadece ve sadece suyla mücadele eder. Bu da insanın kurumasını hızlandırır. TIP’ bın kronik hastalıklar diye bellediği bütün hastalıklar, işte bu yaşlanma süreciyle ortaya çıkan hastalıklardır. TIP bütün hayretiyle, bu kronik hastalıkların ne sebebini, ne de iyileştirme yolunu bildiğini açıklar. Artık TIP’ bın hayrete düşerek bu kronik hastalıkların sebebini ve çözümünü bilmeyişine şaşmıyoruz. Çünkü aranmayan bir şey bulunmaz.”

Bizler felsefesiz bilim dediğimiz çok yüce teknolojimizle övünürken, yine felsefesiz bilim olan Ortodoks tıp tavsiyeleri neticesinde sağlıklı yaşamamızı sağlayacak her şeyden uzak, ve sağlıksız yaşamamızı sağlayacak her şeye yakın duruyoruz. Mesela yıllardır doktorların tavsiyesi üzerine tuzdan uzak durmaya çalışıyoruz. Oysaki düşünmekten aciz hayvanlar ne teknolojiye ne de tıp (sözde) bilimine sahip olmadıkları için tuz yalarlar. İhtiyaçları olan minerali kaya tuzu yalayarak alan keçiler, iştahlandıkları için yağlanır ve bu yağlar kışın soğukta keçilerin hastalanma olasılığını da düşürür. Tuz sodyum ve klor içerir (NaCl2). Bir başka deyişle tuz gereksinmesi deyince Sodyum ve Klorür gereksinmesinden söz edilmiş olmaktadır.

“Tuz eksikliğini belirlemek amacıyla rasyona katılan tuz miktarı sınırlandırılmış ve dört gruba farklı miktarda tuz eklenerek etkiler incelenmiştir. Önceki dönemlerinde yaklaşık 14 bin pound süt veren bu ineklerden hiç ek tuz almayan grup günde su içinde gelen 10-15 gram tuza rağmen 7500 pounda kadar süt veriminde düşme olduğu belirlenmiştir. Bu deneme sonuçları uygun değer süt verimi için rasyonda sodyum klotrit sağlanmasının önemini göstermektedir.”

Belki de asıl güvenmemiz gereken şey bilim değil, içgüdülerimizdir. Çünkü bugün bilim insanı dediğimiz kişiler bilimsel araştırmalarını hiçbir zaman toplum için yapmazlar. Çünkü bu araştırmalar için para gereklidir. Ve bu paraları tüccarlar sağlar. Tüccar dediğimiz insanlar ise kapitalist düzen gerekliliğiyle her zaman paraya yatırım yaparlar.

Ben artık günümüzde çok az bilim insanı kaldığını düşünüyorum. Ve kalan bu nadir insanlar ise özellikle de Dr. Ya da Prof. Gibi ünvanlara sahip olmayan kişilerdir. Çünkü bu gibi insanlar çıkar gözetmeden araştırma yapmaktadırlar. Farklı bir örnekle açıklamak gerekirse filozoflardan bahsedebiliriz. Eskiden filozoflar vardı. Ama artık felsefe profesörleri var. Ve bunlar üniversitelerde çalışırlar. Yani paralarını tüccarlardan alırlar. Dolayısıyla da tüm dünyayı sömüren patronlarını eleştirebilecek cesaretleri yoktur. Yani toplumun iyiliği için felsefe yapamazlar. Nasıl ki felsefe profesörlerinin filozof olmadığı gibi, doktorlar da aynı şekilde şifacı değillerdir. Çünkü kapitalist sistemde en yüce değer paradır. Ve bütün çalışmalar para için yapılır. Sağlık sektörü ise iyileştirip yolladığı bir insandan para kazanamaz. Bu sebeple hiçbir hastalığın sebebini ya da çözümünü açıklamazlar. Hastalıkların sebeplerini açıklamada ve dolayısıyla iyileştirmede çözümsüz kalan tıp, hemen her kronik hastalığı genetik ya da psikolojik olarak açıklamaktadır. Ya da "sebebi tam olarak bilinmiyor" denir. Bu sözü herkes diline dolarken, şu soruyu sormak kimsenin aklına gelmez. Genetik hastalıklar bu kadar çoğalırken ne oldu, dünyanın birden genetiği mi değişti? Ya da uzaya çıkan ve inanılmaz boyutlarda güçlü silahlar üreten bilim hastalık sebebini mi bilemiyor?

Açıklanamamasının asıl sebebi şudur : Eğer binlerce hastalığın sadece bir tanesinin sebebini açıklasalar, tüm kronik hastalıkların sebebini de açıklamış olurlar. Dolayısıyle tek bir kronik hastalığı iyileştirdiklerinde geriye kalan tüm hastalıkların da iyileşmesine neden olurlar kaçınılmaz olarak. O yüzden kronik hastalıkların bir tanesinin bile "sebebi biliniyor" şeklinde açıklanmaması gerekir.

Ancak tam da bu noktada bir laf kalabalığı tuzağı var. Ve yöntem hep aynı; sürekli olarak hastalıklar hakkında bilgi verirken belirtilerini ve sonuçlarını yazarlar.

Örneğin "osteoporoz neden olur?" sorusuna mutlaka yanıt verirler. Ama aslında sebebine dair en ufak şey söylemezler. Osteoporozu artıran faktörlerden bahsederler, yaşınızın etkisinden bahsederler, kadın erkek oluşunuzdan bahsederler ve ardından bazı belirtilerini söyleyip hemen hızlıca uygulanacak tedaviye geçerler. Hastalıklardan bahsetmeye başladıklarında hiç şaşmaz bir durumdur bu. Zaten "genetik faktörler"den bahsetmeleri Allah'ın emri gibidir. Neden oluşur, sebebi nedir kısmı işlerine gelmez.

Doktorların önce su ile sıvı arasındaki farkı öğrenmesi lazım."insanın şu kadar sıvıya ihtiyacı var" demek, ya cahillikle açıklanır, ya da kötü niyete dalalet eder. İnsanın sıvı değil su ihtiyacı vardır. Çay, kahve ve bilumum meşrubatlar sahte sudur. Sonra da rafine tuz ile doğal tuzu arasındaki farkı öğrenmeliler. Daha bunları bilmezlerken nasıl iyileştircekler insanları? Ama mallesef ki hastalıklardan elde edilen rant, gerçeklerin öğrenilmesindeki en büyük engeli oluşturuyor.

Açıkcası her yer tuzaklarla dolu. Yeni dünya düzeninde 5 milyar civarında insanın öldüreleceği söyleniyor. Ve ölecek olanlar da bu tuzakları göremeyenler olacak. Tabii ki bunca insanı topla tüfekle öldüremezsiniz. İnsanların bunun sebeplerini bilmemesi gerekir. Ama bu işi farmakolojiyle çok rahat halletmek mümkündür. “İyileştiriyoruz” ya da “tedavi ve terapi” adı altında uygulanan yöntemlerle sizin paranızı kullanarak yapacaklar bu işi. Siz de paşa paşa acı çekerek öleceksiniz.

Örnek vermek gerekirse diyalizden bahsedebilirz. Diyaliz böbreğin yerini almaya çalışan bir makina. Önce böbrek hastalarına tuz yasaklanır. Tabii o zaman da böbrek çalışmaz hale gelir. Böbrek yerine temizlik yapma iddiasında olan bu diyaliz makinesinin bizzat kendisi tuzlu solüsyon ile çalışır. Oysa bu tuzu hastaya verseler böbrek zaten çalışmaya başlayacak. Ancak diyaliz hastalarına tuzsuz diyet verilir. Hasta adım adım diyalize esir düşme noktasına gelince de içinde tuzlu solüsyon olan cihaz ile kan alınıp süzülerek tekrar vücuda verilir. Ancak bu esnada pek çok olumsuz durum ortaya çıkar. Diyaliz sırasında kandaki vitaminler ve demir de süzülür. Demir süzülünce kansızlık oluşur. Kanda bulunan pek çok unsurun dengesi bozulur. Diyaliz alan hastalara suyun ve doğal tuzun önemi anlatmak yerine "Aman tuzdan uzak durun" denir. O zaman da böbrek hastaları diyaliz makinesine bağlanma aşamasına gelir. Daha doğrusu yapılan tahlillerle diyaliz alması gerektiği söylenir. Perişanlıkları da bitmez diyaliz alanların.

Diyaliz esnasında vücuttan sıvı çekildiği için denge bozuluyor. Bunu kapatmak için de o "kan sulandırıcı" dedikleri yapay yola başvuruyorlar. Kanın doğal dengesi diyaliz esnasında hızla bozulduğu için kalp durma nedeni olarak potasyum seviyesinin ani yükselişi gösteriliyor.

Yanı sıra gerçekleri söylememek de için bazı allengirli laflar ve teknik terimler de kullanıyorlar ki sorunun çözümü anlaşılamasın.

Mesela “laktoz intöleransı” denen bir durum var. Bunun karşılığında da size bazı ilaçlar yazarlar. Yani sütün içinde bulunan (şeker) laktoza karşı töleransın yok, bu yüzden ilaç kullanacaksın! Aslında yapılması gereken çok basittir. Süt ve süt ürünlerinden uzak duracaksın. O takdirde hastalık diye bir şey kalmaz ortada. Çünkü laktozu sindirebilmek için gereken laktaz enzimi insanlarda sadece bebekken üretilir. Daha sonra o gen işlevini yitirir. Yani büyüdükten sonra da süt içmeye devam ederseniz kireçlenme ve kemik erimesi başlar. Çünkü vücudunuz laktaz üretmemektedir. İstatistiklere bakacak olursanız en çok süt tüketen toplumlarda osteporozun en yüksek seviyede olduğunu görürsünüz. Kısacası sütün kemikleri geliştirdiği yalandır. Durum tam tersidir. Ama zaten tersi olmalı ki para kazanabilsinler.

Kıssadan hisse şu ki, çok düşünün ya da az düşünün. Ama sadece kendi aklınızla düşünün.

Şöyle der Montaigne, “Başkalarının bilgisiyle bilgin olabilirsiniz. Ama sadece kendi aklınızla akıllı olursunuz”

Yanı sıra bilgi sadece öğrenmekle işe yaramıyor. Onu kavramak ve uygulamak da gerekiyor. Ama her şeyden önce elde ettiğiniz bilginin gerçek olup olmadığını analiz edebilmeniz şarttır. Tabii bunu da aklınızla yaparsınız. Şayet bilgi doğru değilse elde edeceğiniz sonucun da size yarar sağlayacağını sanmak saflık olur. Çünkü bütün kararlarımızı sahip olduğumuz bilgilere göre veririz. Eğer bilgiler yanlış ise doğal olarak vereceğimiz kararlar da yanlış olacaktır.

Sağlıklı günler dileğiyle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder